MİLLÎ BİR EDEBİYATA DOĞRU -Ahmet Hamdi Tanpınar

Sayın Dinleyicilerim,

Hepiniz biliyorsunuz ki son senelerde fikir hayatımızın en çok konuşulan meselesi milli edebiyat

meselesi olmuştur. Hiçbir muharrir (yazar) ve şairimiz, hiçbir fikir adamımız yoktur ki bu meseleyi kendi zaviyesinden (acısından) görüp halletmeye kalkmış olmasın. Bu kadar geniş bir zaman içinde, birbirinden çok ayrı zevk, zihniyet ve istidat (yetenek) sahibi insanlar tarafından sorulan bir sualin birçok cephelerde yoklanmış ve cevabını almış olmaması mümkün değildir. 

Nitekim sade şu on beş sene içinde muhtelif salahiyetler (yetkiler), milli bir edebiyatı kah halis bir Türkçede, kah eski veznimiz olan ve şimdi birkaç şairin elinde bir nevi olgunluğa erişen hece vezninde, kah munhasıran (özellikle) Anadolu’ya ait mevzularda yahut halkın veya koylunun hayatında ve daha birçok sahalarda aradılar. Halkı ve koyluyu düşünen ve yalnız ona hitap eden bir edebiyat, büyük inkılap umdelerinin (ilkelerinin) en yakın tatbik (uygulama) sahası olan yazılar, hamlesini sadece “iyi niyetten alan” vatani ve destani bir şiir, folklor araştırmaları ve pastişleri, velhasıl çoğu tasavvurla icranın (düşünce ile yapma) arasında en küçük bir olgunlaşma fasılasına mazhar olmadan vücuda getirilmiş bir yığın eser veyahut eser haline istihale etmemiş (gelememiş) birçok teklif, nazariye ve serzeniş (yakınma), edebiyat ve matbuat alemimizden geçti.

Filhakika (gerçekten) herhangi bir dilin edebi mahsullerinin o dili kullanan cemaat için milli mahsuller olmasındaki tabilik ve hatta zaruret düşünülecek olursa böyle bir suali ve meseleyi vazedebilmek (ortaya koyabilmek) için evvela edebiyatımızın bir marazına (hastalığına), bir nevi eksikliğine inanmış olmamış lazım gelir.

Hakikat şudur ki edebiyatımız hayat karşısında, daima memlekettedir ve bu hal kendisinin büyük faziletlerindendir. Fakat bir cemiyetin, hayatın kabuğu üstünde dolaşan meseleleriyle meşgul olmak bir edebiyatı kafi derecede yerli yapabilir mi?

İşte asıl mesele… Son yetmiş senelik edebiyatımızın tekamülü (gelişimi) üstünde bir düşünülecek olursa onun en bariz farikasının (belirgin, ayırıcı öğesinin) mazideki kaynaklarımızla olan alakasını yavaş yavaş fakat çok cezri surette (kökten) kesmiş olması keyfiyeti olduğu görülür. Tanzimat’ı müteakip gelen nesilden itibaren yepyeni ve çok Avrupalı bir edebiyat vücuda gelir. Ve bu edebiyatın bilhassa Servet-i Funun neslinden itibaren Avrupalı örneklerine çok sıkı bir şekilde bağlı kaldığını görüyoruz. Ve bu bağlılık devam eder. Bir taraftan yeni vücuda gelen bu edebiyatın taze ananesi, diğer taraftan bu Avrupa’yı adım adım takip etmek ihtiyacı, Türk şiirini ve edebiyatını hareket noktasından çok uzaklara götürdü. Ve bu suretle bugünkü rahatsızlığın başı olan bir ikilik peydahlandı.

Hadise bir bakıma göre basitti ve her bakıma göre de haklı, meşru (yasal) ve zaruri (zorunlu) idi.Bununla beraber basit olmayan bir tarafı vardı. Filhakika bizim gibi bir vakitler kendi çerçevesi içinde mütekamil (gelişmiş) bir medeniyete, muayyen (belirgin) asalet kazanmış bir zevke ve bu zevkin tam bir kemale erişmiş eserlerine malik (sahip) olan, yani kendi mazisinde olgun bir sanat ve edebiyat ananesine malik olan milletlerin derhal yeni bir edebiyat yapmaları ne dereceye kadar mümkün olabilirdi? Hakikatte bir edebiyat ve sanat, ancak kendi ananesi içinde yenileşebilir.


Harici tesirler onu zenginleştirir, genişletir. Eksiklerini tamamlar fakat maziden beri gelen ananenin üzerine aşılanmak şartıyla… Fakat onu birdenbire terk edip yenisini tesis edebilmek (kurmak) oldukça güç bir şeydir. Hatta bir hayatın bütünlüğünü bozacak kadar…

Filhakika bir taraftan mazideki eserler – medeniyetimizi değiştirdiğimiz için, vücuda geldikleri zamanın şartları, zihniyeti filan gibi sanatın nispeten dışında kalan arızi taraflarından sıyrıldıktan sonra bütün güzellikleriyle hafızamıza ve şuurumuza kendi asaletlerini ve birliklerini arz ederken – onun bu ananeye ve asalete yabancı, maziden tevarüs ettiğimiz (miras olarak aldığımız) hiçbir hususiyete cevap vermeyen bir güzelliği kabul etmek… İşte bahsettiğim yenilik ve işte Türk ruhunun bir asırlık mücadelesi…

Böyle birdenbire yepyeni bir edebiyat yapabilmek ancak eski ve kuvvetli bir edebiyat ananesinden mahrum olan milletler için kolaydır.

Daima tekrar edilen milli edebiyat ihtiyacının en büyük amilini (sebebini) işte kendi içimizde her an yaptığımız muhasebede aramak lazım gelir. Yaptığımız yenide büyük medeniyetlerle kendimizi bulamamak keyfiyetidir ki bize daima bir milli edebiyat aratıyor. Fakat mesele bununla da kalmıyor. Daha ileri gidiyordu.

Anadolu’nun her şehrinde, her kazasında ruhun nefha nefha estiği yerler var. Daha hiç kimse onlardan bahsetmedi. Halbuki Türk peyzajı, unsurlarının sadeliği ve telkin ettiği hislerin kesafeti itibariyle bahse değen bir şeydir. Bizi Avrupalıların, kendilerinden aldığımız şeyler için beğenmesi ve bize hayran kalması mümkün değildir. Olsa olsa aferin deyip geçerler, bizde asıl bizim olan şeyleri tanıttığımız zamandır ki bizi beğenip seveceklerdir çünkü o zaman güzelliğin, kendi kendisini tahakkuk ettirmenin yolunda kendileriyle müsavi (eşit) göreceklerdir. Aynı şey şiirimiz için söylenebilir fakat burada kaynaklarımızdan edeceğimiz istifade de benim için daha vazıhtır.

Bir millet, her şeyden evvel kendi kendisini ciddiye almak mecburiyetindedir. Kendi kendimizden bahsetmeye alışalım. Büyük meselelerimizi bulalım. Anadolu bin başlı bir muamma (bilmece) gibi gözümüzün önünde duruyor. Bunu çözmeğe çalışmak lazımdır. Bugünkü edebiyat karşısında bütün tarih ve bütün vatan bakir olarak duruyor.

Gazetelerden takip ettiğim iki uç dava bana bu memlekette halkın, münevverin (aydının) mevcudiyetinden bile şüphe etmediği kesif (yoğun) bir hayatı olduğunu öğretti. Bunlar neticeleri itibariyle kanlı ve zalim vakalardı, olmamaları daha hayırlıydı. Fakat İstanbul’un fakir semtlerinde yaşayan parasız, bedbaht fakat aşkında, dostluğunda, kininde, bizden başka turlu canlı insanların mevcudiyetini gösteriyordu. Birkaç el tabanca ateşinin aydınlattığı bu hayatın birliği, halisliği, bütünlüğü karşısında bugünkü cehaletimizle ne kadar şaşırsak haklıyız. Halkımız bizim zannettiğimizden daha çok kesif yaşıyor, seviyor, eğleniyor, nefret ediyor, velhasıl hayat dediği oyunu bütün ciddiyetiyle oynuyor. Ve biz bunu bilmiyoruz. O kadar bilmiyoruz ki çok büyük bir muharririmiz (yazarımız) günün birinde kendimize mahsus bir hayatımız olmadığı için Rus romanı gibi bir romanımız olmadığını söyledi. Ne hazin yanlış!

Sivas’ın, Kayseri’nin, Kütahya’nın, vatan coğrafyasının her köşesinin kendisine mahsus hayatı var. Yalnız bizim bu hayat hakkında bilgimiz yok. Daha iyisi, bir nevi sevgi kıtlığı bizi onu görmekten menediyor.

Demin, bilmek en kısa yoldur, demiştim. Fakat sevmek daha emindir. Ve anlaşılması lazım gelen bütün bir hayat olunca biricik yol kalır.

Bir kere kendimizi bilmeye, kendimizi tanımaya ve sevmeye başlayalım. O zaman milli edebiyat dediğimiz muammanın kendiliğinden halledildiğini göreceğiz. Çünkü o zaman okuduğumuz kitapların kendi ağzımızdan ve haberimiz olmadan konuşmasından kurtulacağız, onun yerine bütün bir mazi, yenileşmiş bir anane ve mahpus, gayr-ı şuurda(bilinç dışında) kalmış temayülleriyle (eğilimleriyle), çok müessir (etkileyici) ve derin iştiyaklarıyla (özlemleriyle), sıcak ve kanlı realitesi ile bütün bir hayat konuşmaya başlayacaktır.

Bir tek tesellim, bugünkü edebiyatın dağınık manzarası içinde bu hedefe yavaş fakat çok emin bir tarzda gidenlerin mevcudiyetini bilmektir. Fakat bu, bir başka konuşmanın mevzuu olabilir.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Edebiyat Üzerine Makaleler

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.